Erekselcilik ve Kozmik Senfoni

Sözde ereklerin ertelediği sahici sevinçler… Burada sözü edilen sahici sevinçler, dünyanın herkese , her varlığa belki her zerreye cömertlikle sunduğu karşılaşma anları, etkileşmeler, adeta gıdıklama ve gıdıklamalarıdır. Kafanız gerçekleştireceğiniz hedeflerle hastalık ölçüsünde meşgulken , dünyadan sizi gdıklamasını bekleyemezsiniz. Mesaiye yetişmek için koşan kalabalıklardan kaçı , havadaki esintinin uysalca yumuşayıp ince bir melteme dönüştüğünü fark edebilir ? Döviz kurlarındaki tek kuruşluk değişimi fark etmeye memur edilmiş hangi göz, her gün yürüdüğü yoldaki ağacın meyveye durduğunu görebilir ? Tüm dünyayı bir kez koca bir ereğe çevirip, onu da olanca iriliğiyle zihnimize sıkıştırdıktan sonra hangimiz bedenlerimizle samimi dostluklar geliştirebilir ? Dünyanın sütüne batmadığımız her gün, ereklerin bizden gittikçe uzaklaştırdığı sahte bir dünya hayalinin peşinde admlarımız hızlanır. Biz hızlandıkça bizden kaçan bir şeydir artık hayat. Merrifield’in fark ettiği gibi:

“…Çoğu zaman bizi mutlu edeceğine inandığımız hedefler koyarız önümüze; büyük bir şevkle bu hedeflere ulaşmaya bağlı olduğunu zannederiz. Oysa ulaşsak da, ulaşmasak da bizleri mutsuz eden, mahkum eden aslında bu hedeflerdir. Hiçbir dönüşü ve sapağı olmayan belli bir yoldan gitmeye zorlarlar bizi. Mutluluğun sadece o yola bağlı olduğuna inanırız. Ondan sonra da manevra yapmak gibi bir amacımız kalmaz; aradaki zamanı bir sürü şeyle doldurmamız gerekir.

Her şeye karşın şunun farkındayım: ne bu satırları okuduğunuz için siz, ne de yazdığım için ben, aniden erekselci varsayımlarımızı geri dönüşüm tanklarında yok edeceğiz. Bir varsayımı yok etmeye yarayan öyle bir geri dönüşüm tankı da yok. Zaten bununla birlikte , ötelere yönelmiş yüksek ereklerimiz yerine , bu-dünya-dostu, yere yakın amaçlar koymayı belki başarabiliriz. Diego Tatian , Spinozanın önerdiğinin zaten bu olduğunu vurgular :

“….Spinozacı önerme , “sudan haz alan balıklar” gibi hayattan haz almayı öğrenmektir; yüzdükleri için balıkları hiç bir ödülün beklememesi gibi insanların da bu hayat dışında bir hayat için baz şeylerden el çekerek özlerini gerçekleştirmeleri ve iyi yaşamaları mümkün değildir. Öyleyse, iyi hayatın kendisinden başka bir ödül, kötü hayattan başka da ceza yoktur” ( Tatian, D., 2009 , s.37)

Hayatın biz insanlar için biri yada birileri tarafından önceden kurgulanmış ve yine bizlerin bir çırpıda anlayıvereceği esaslı bir hedefinin olmadığı gerçeğiyle yüzleşmenin çeşitli biçimleri olabilir. Bunlardan en yaygını, hayatın bir anlamı olmadığı yargısına vararak bu yargının keder getirmek zorunda olduğuna hükmetmek, böylece bir kederi adeta ısrarla çağırıp onunla yaşamaya razı olmaktır. Oysa dikkatlice düşünürsek, hayatın bizler tarafından keşfedilmeyi bekleyen saklı bir hedefinin olmayışı , o hayatı deneyimleyen bizlerin büsbütün bir anlamsızlık yada boşluk duygusuna mecbur kalacağı anlamına gelmez.

Evrenin bütünüyle kendi kendini organize eden , gelip geçici var oluş deneyimlerinden oluştuğunu fark ederek, varlıkların sürekli olarak sahnede görünüp kaybolduğu bu eşsiz kumpanyada rolümüz kadar var olmanın getireceği sevinci yakalayabilir, dahası tam da bu sürgit akış içinde bir görünüp bir kaybolan figürlerden biri olarak , o muazzam tabloda nasıl bir hareketli estetik oluşturduğumuzu kavrayabiliriz.

Belki de tüm yaşam eşsiz bir senfonik bestenin canlı orkestrasında çalmak gibidir; her birimiz her bir varlık, canlı yada cansız her bir zerre senfoninin bütüncül melodisine katkıda bulunurken bu sonsuz uzunluktaki konserin kaydı tutulamayacak, kimse tarafından icranın tümü yeniden dinlenemeyecektir. Böyleyse bile ( yada tam da böyle olduğu için ) senfonideki bir çığlık, bir alkış, bir kaplumbağa sürünüşü yada obua nefesi olmanın neresi hüzünlüdür ? Kozmik bir festivalde olduğumuzu bilerek yaşamak , burada ve şimdi senfoniye katılmak sevinçli bir meşguliyet olmaz mı ?

İnsanlığın milyonlarca yıllık evriminin zorunlu olarak daha iyiye doğru bir gelişme olmadığını bilmek , kızarmış ekmek kokusu alınca masum bir coşku duymaya engel değil . Norman Lock, yazdığı öykücüklerinden birinde, bu türden bir bedenli coşkuyu örnekliyor:

“…Çakıl taşları büyüyerek taşlara , taşlar iri kayalara dönüştü; gölgeleri soğuk gölgeler toprağa düştü. Kırların , kentin ve ağzında bir sürü mandal , çamaşır ipine çarşaf asmakta olan bir kadının üstüne karanlık çöktü ; kadının sert göğüsleri bluzunun içinde dimdikti. Kocası, pencereden bakıp da onu görünce şehvete kapıldı Kadın eve girince, onu yapılmamış yatağa yatırdı ve tam ilk kaya parçaları dağlardan kopup yuvarlanmaya, çığ düşmeye başladığında, gövdesini gövdesiyle örttü” ( Lock, N., 2012 , sf 15 )

Kaynak : Spinoza’nın Sevinci Nereden Geliyor , Çetin Balanuye

Leave a Reply

Your email address will not be published.


Notice: ob_end_flush(): failed to send buffer of zlib output compression (0) in /home/kozmikpsk/public_html/wp-includes/functions.php on line 5221