Can sıkıntısında, içsel deneyimin zamanı ağırlaşır. Zaman hem iç hem de dış dünyada yavaş akar. Bu yavaşlama en hafif haliyle bir hoşnutsuzluk olarak hissedilir, çoğunlukla da aşırı ölçüde ıstıraplıdır. Can sıkıntısının patolojik ucunda umutsuzluk duygusu yatar. Klinik depresyonu olan bireyler yaşadıkları sıkıntıyı çoğunlukla , “sanki her an sonsuz gibi, gelecek, soğuk ve kasvetli; ben de zamanda donmuş gibiyim” sözleriyle ifade eder. Zamanın uzaması ürpertici bir deneyimdir. Kişide görülen zihinsel yavaşlama, kendi içine doğru kıvrılan bir düşüşe neden olur.Nitelikli eylemler kişiyi geleceğe dair umutsuzluğa sevk edecek biçimde azalır ve kişi çaba göstermeyi bırakır; bütün bunlar da daha ileri boyutta bir zihinsel yavaşlamaya yol açar. Geleceğin olmamasının ve şimdinin sonsuz görünmesinin ıstırabı, kişiyi intihara kadar götürebilir. Psikiyatr Frederick Melges zamanının çok yavaş geçmesini sağlayanın “gelecekle kişi arasındaki bu gevşeyen bağlantı” olduğuna inanır. Depresyondaki umutsuzluğun tedavisi için temel hedef “geleceğin buzlarını çözmek”tir. Şizofrenlerde zamansal anksiyete de yaygındır. Melges, bir akut şizofrenin acıyı şöyle ifade ettiğini aktarır: “Zaman durdu, zaman yok… Geçmiş ve gelecek şimdinin içine çöktü ve bunları birbirinden ayıramıyorum.” Geçen zaman akışındaki yavaşlama -yani süre- dayanılmaz hale gelir.
*PSİKOLOJİK SAAT ÜZERİNDEKİ ETKILER : Süre algısını etkileyen en az beş temel faktör vardır. İnsanlar deneyimleri onları hoşnut ettiğinde, fazla aciliyet hissi barındırmadığında, meşgul olduklarında, çeşitliliği tecrübe ettiklerinde ve beynin sağ yarısının kullanıldığı faaliyetler sırasında zamanın daha hızlı geçtiğini algılama eğilimindedir. Bu etkilerin her birinin nasıl yorumlandığı konusunda büyük kültürel ve bireysel ayrımlar mevcuttur, aynı faaliyet kimine bir anlık gibi görünürken, kimine sonsuzluk gibi gelebilir.Zihni meşgul eden bir görev mevcutsa, bu görev zorlayıcıysa ve zihinsel çaba gerektiriyorsa ve bu süreçte daha fazla olay meydana geliyorsa zaman daha hızlı hareket eder gibi görünür.
Yapılan bir deney, bir kaptaki suyun kaynamasını beklemekten başka bir şey yapmayan kişilerin zamanın daha yavaş aktığı hissine sahip olduğunu tam anlamıyla göstermiştir. Diğer bir deyişle, olayların temposu hızlı olduğunda, zamanın süresi de sıkıştırılmış gibidir.
Kültürün ruhu hakkında, insanlarının, eylem- eylemsizlik ve olay -ya da olaysızlıkların- zamanın psikolojik geçişini nasıl etkilediği hakkında ne düşündüklerini bilmek çok şey anlatır. Birleşik Devletler’in büyük bölümünde, meşgul olmak genellikle olumlu bir şey olarak düşünülürken, hiçbir şey yapmamak ise ziyan ve boşluk olarak belirlenmiştir. Eylemsizlik, ölü zamandır, orada boş vakitler bile planlı ve önemlidir. İnsanların kelimenin tam anlamıyla rahatlamak için koşmasının ya da koşu bandını adımlamanın ayrıcalığı için para ödemesinin azımsanmayacak ölçüde sık görüldüğü bir kültürde yaşıyoruz.
Bazen hayat, sanki hiçbir şey yapmamanın beceriksizliğinden ve dehşetinden uzak durmak gibi yegâne bir amaç üzerine kurulmuş gibi görünüyor. Birçok kültürde ise faal olmak ve hiçbir şey yapmamak arasında daha az ayrım vardır. Brunei’de insanlar “Bakalım bugün ne olmayacak?” diyerek uyanır. Nepal ve Hindistan’da, yalnızca oturmak ve sessizce durmak için birbirlerine uğrayan dostlarım vardı, bu ziyaretlerde herkes (benim dışımdakiler elbette) son derece rahattı. Bazen sessizlik saatlerce, genellikle kahkaha dolu bir konuşma sanki bir anda alev almış gibi başlayana kadar sürerdi. Sonra tekrar, ayrılma zamanına kadar sürebilen bir sessizlik olurdu. Bu insanlar, bir araya gelip hiçbir şey yapmadıklarında tuhaf hissedip hissetmediklerini sorduğumda şaşırmışlardı. “Sadece oturmak” diye açıklamışlardı, “Bir şey yapmaktır.”
Yazar Eva Hoffman, Doğu Avrupa’ya yaptığı seyahatte insanların sessizliği kabullenişlerini nasıl takdirle karşıladığını anlatmıştır: Şimdi yine sessizce birbirimize bakarak bekliyoruz. Hummalı baş sallamalar veya güven verici gülümsemeler yok. Bunu garip bir biçimde rahatlatıcı bulmaya başladım. Bir planın yerine getirilmesi konusunda ısrar etmediğiniz, bunun yerine neler olacağını görmeyi beklediğiniz bir olay anlayışına doğru değişim geçiriyorum. “
Yolculuğu boyunca Hoffman sessizliğe güvenmenin değişimin dinamiklerine ve insan doğasına inanç gerektirdiğini anlamaya başlamıştı: Her zaman bir şeyler olacaktır: Yavaş yavaş içine gömülmeye başladığım ilke bu. Dünyanın bir yere kaçtığı yok, çoğunlukla tehditten ziyade yardım kaynağı olan insanlığın da. Sessizliğe değer verildiğinde, bu boşa harcanan zaman olmaktan çıkar. Artık saat zamanında sürünmüyordur.
Bazı kültürlerde hiçbir şey yapmamak çok kıymetlidir. Yalnızca eyleme verilen bir mola olarak değil, üretken ve yaratıcı güç olarak görülür. Örneğin, Japonlar, kabaca “nesne ve eylemler arasındaki boşluk ya da aralıklar” anlamına gelen ma- kavramına en yüksek saygıyı gösterirler. Batılılar bir masa ile sandalye arasındaki mesafeyi “boşluk” olarak adlandırırken, Japonlar bu aralık için “hiçlikle dolu” derler. Japonlar için çoğunlukla neyin olduğundan çok (Batılı ziyaretçileri şaşırtacak biçimde) neyin olmadığı önemlidir. Örneğin, Japonya’da sözlü iletişimin anlamını kavrama, çoğunlukla neyin söylendiğinden ziyade neyin söylenmediğine kulak vermeyi gerektirir.
Japoncada “hayır” (iie) için kesin bir kelime olmasına rağmen, bu kelime nadiren kullanılmaktadır. Çoğu soru, ya “evet” (hai) ile cevaplanır ya da hiç cevaplanmaz. Cevap verenin “evet” ya da “hayır”ı kastetmesi burada önemli değildir. Keiko Ueda’nın “Japonya’da ‘Hayır’ Demekten Kaçınmanın On Altı Yolu” adlı denemesinde de işaret ettiği gibi, Japonlara soru soranları doğrudan reddetmenin ayıp olduğu öğretilmiştir. Bunun yerine soru soranın söylenmeyeni duyacağı umulur. Söze dökülmeyen bu “hayır” genellikle iki yolla ifade edilir. Bunların en yaygını “evet” demeden önce duraksamaktır. Cevap verenin “hai” demeden önceki duraksama süresi ne kadar uzunsa, bu cevabın “iie” anlamına gelme ihtimali de o kadar fazladır. Daha şeffaf olan ikinci yaklaşım ne olursa olsun doğrudan yanıt vermemektir. Her iki durumda da esas anlamı taşıyan sessizliktir, söylenen sözcükler ise hiçbir şey belirtmemektedir.
Georgia Tıp Fakültesinde Japon kökenli psikiyatri hemşiresi Japon Noriko Kito: “Benim ülkemde konuşmak için acele etmeyiz. Konuşmadan önce düşünmek için vaktimiz mutlaka vardır. Bilgileri idrak etmemizde bize yardımcı olan bir sessizlik anımız olur. Ayrıca kişi gruba hep önem verir, bu nedenle de kimse konuşmanın dışında bırakılmaz. Burada ise böyle olmuyor. Amerikalı arkadaşlarım daha iddialı olmam gerektiğini söylüyor.” Bir keresinde bir Japon dostum bunu daha açık dile getirmişti: “Batılılar için konuşmanın zıttı dinlemek değil, beklemek.”
Kaynak: Zamanın Coğrafyası, Robert Levine #psikolojikzaman