“Güneş, denizin onu sarmalayıp örten kucağından kendini kurtararak zaferle yükselir, öğle zamanı tepe yüksekliğini ve tüm zafer dolu eserlerini ardında bırakarak anneye özgü denize, her şeyi örten ve yeniden doğuran gecenin içine batar.
Bu , insanın kaderinin sembolik ifadesi olmayı şüphesiz en fazla hak eden ilk tablodur : Oğul yaşamın ilk sabahında anneden ve yurdundaki sürüden acıyla ayrılır ve en kötü düşmanıyla ilgili kendini uyararak, ama yine de onu içinde taşıyarak kendi uçurumuna duyduğu tehlikeli özlemin , kendi kaynağında boğulmanın , aşağıya , anaların dünyasına çekilmenin hayalini kurarak onun için belirlenmiş olan yüksekliğe ulaşma savaşı verir. Yaşamı, yok olmaya karşı verdiği sürekli savaş sürekli pusuda bekleyen geceden zorla ve geçici olarak kurtulmaktır. Bu ölüm dış kaynaklı bir düşman değil , sessizliğe derin huzura bilinçli bir hiçliğe , var olma ve yok olma denizinin duru görülü uykusuna duyduğu kendi içsel özlemidir. Uyuma ve dengeye , felsefi derinliğe ve sanatsal duyguya olan en yüksek çabasına karşın ölümü, hareketsizliği , doygunluğu ve huzuru arar. Huzur ve barışın olduğu bu yerde, fazla uzun kaldığı takdirde donuklaşır ve yılanın zehri onu belki de sonsuza dek felç eder. Yaşamak ve kendi yüksekliğine ulaşmak istiyorsa, savaşmak ve geçmişe duyduğu özlemden vazgeçmek zorundadır.
Ve öğle zamanındaki tepe yüksekliğine ulaştığında, kendi yüksekliğine duyduğu sevgiyi de feda edecektir, çünkü onun için beklemek yoktur. Güneş de yeniden doğumun tohumları olan sonbaharın ürünlerine doğru ilerlemek için en büyük gücünü feda eder. Yaşamın doğal akışı, genç insandan öncelikle kendi çocukluğunu ve öz anne babasına olan çocuksu bağımlılığı feda etmesini ister, böylece insan bilinç dışı ensestin bedensel ve ruhsal olarak zarar veren bağında tutuklu kalmaz. Bu regresif eğilim karşımıza dinler olarak çıkan büyük psikoterapist sistemler tarafından en ilkel basamaklardan başlayarak önlenir. Çocukluğun alaca karanlığından ayrıldıktan sonra özerk bir bilince çabalanır. Güneş ufkun buğusundan çözülür ve öğle konumunun en berrak açıklığına ulaşır. Bu hedefe ulaştığında , güneş geceye yaklaşmak üzere tekrar batar. Bu kendi içinde , gittikçe azalan yaşam suyuyla alegorize edilebilecek bir şeyleri açığa vurur. Demek ki insan, kaynağa tekrar ulaşabilmek için gittikçe daha fazla eğilmelidir. Kendini zirvede hissetmeyen biri, bu tür şeyleri pek isteyerek yapmaz. Özellikle içindeki bir şeyin bu hareketi izlemek istediği hissine kapıldığında , bu azalma eğilimine karşı bir direnç geliştirir, çünkü bunun ardında haklı olarak iyi bir şeyler olmadığını , aksine karanlık, kötücül ve tehlikeli bir şeyler gizlendiğini hisseder. İnsan bir kötüye gidiş sezer, bu eğilime karşı savaşır ve bilinç dışının baskı yapan karanlık akınına ve onun aldatıcı kutsal idealler, ilkeler ve iknalarla maskelenmiş , geriye yönelik ayartmasına karşı kendini savunur. Eriştiği yükseklikte bulunduğunu iddia ediyorsa , bilincini ve onun konumunu sürekli korumaya çabalamak zorundadır. Ama bu övgüye değer ve görünüşte sonu gelmez savaşın geçen yıllarla birlikte bir iç kuruluğuna ve katılaşmaya yönelttiğini deneyimleyecektir. İnançlar çalına çalına eskimiş plaklara, idealler donuklaşmış alışkanlıklara, coşkular otomatikleşmiş hareketlere dönüşecektir. Can veren suyun kaynağı kuruyacaktır. İnsan bunu kendi fark etmese bile, olasılıkla çevresi fark eder ve bu da üzücü bir durumdur. İnsan en azından kendine karşı seyrek de olsa dürüst olup enerjik bir hamleyle bir kez kendi içine bakmaya cesaret ederse, olasılıkla ihtiyaçlara, özlemlere, korkulara, can sıkıcı e karanlık şeylere yönelik bir sezgiye yakalanabilir. Akıl bunlardan uzak durmaya çabalar, ama yaşam onun içine akmak ister. Kaderimiz belki bizi bundan korur , çünkü bir binanın sarsılmaz, taşıyıcı kolonları olmayı amaç edinmişizdir. Ama daimon üstümüze yıkılır ve o zamana kadarki ideallerimize ve inançlarımıza , evet, çok iyi tanıdığımızı sandığımız kendimize karşı bizi hain ilan eder. Bu , bir felakettir, çünkü istenmeyen bir özveridir. Ama bu özveri isteyerek gerçekleştiğinde olayların akışı değişir. O zaman bu bir darbe, “ tüm değerlerin değişmesi “ bir zamanlar kutsal olan her şeyin yıkılması değil , aksine bir değişim ve koruma anlamına gelir. Genç olan her şey bir gün eskir , tüm güzellikler solar , tüm sıcaklıklar soğur, her parlaklık söner ve her gerçeklik bayatlar ve sığlaşır. Çünkü tüm bu şeyler bir zamanlar bir biçim kazanmıştır ve tüm biçimler , dönüşmedikleri takdirde zamanın etkisine yenik düşer ; eskirler, hastalanırlar, bozulurlar. Ama kendilerini dönüştürebilirler, çünkü bir zamanlar onları yaratan görünmez kıvılcım sonsuz yaratımın ebedi gücüne muktedirdir. Düşüşün etkilerini hiç kimse inkar edemez, ama buna cesaret edilebilir. İnsan buna cesaret etmeyecektir ama birinin cesaret edeceği kuşkusuzdur. İnmek zorunda olan biri bunu açık gözlerle yapmalıdır. Her inişin bir çıkışı vardır. Kaybolan biçimler yine biçimlenecektir, gerçek kalıcı olarak ancak kendini dönüştürdüğü , yeni tablolarda kendini bir kez daha kanıtladığı ve yeni dillerde , yeni tulumlardaki yeni şarap olarak algılandığı zaman, gerçek olur. “
Kaynak : C. Jung, Dönüşüm Sembolleri pg 474-476