Erkeğin İnsanlığının Köreltilmesi ve Kadının Ezilmesi-1

“…Güçte körlemesine ısrar etmesi, erkeğin kendisinin ve güçlü varlık imajını desteklemek için yanında ihtiyaç duyduğu kadının değerini düşürmektedir. Bu imaj bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde erkeğin benliğinin anlamı haline gelmiştir. Gerçek sevgi oluşamamakta , çünkü kimse yumuşak karnını ortaya çıkartacak davetlere yanaşmamaktadır. İnsan ilişkilerinde, sadece o imajı onaylayan şeyler kabul görmektedir. Herkesin sahip olabileceği kendilikten nefret edilir, çünkü kendilik çaresizlik ve acıyı da kapsamaktadır. Gerçek sorumluluktan, kendimizi ve diğerlerini gerçek haliyle tanımaktan kaçınırız. Bilmece içinde yaşıyor gibiyiz, bu da işe yaramayınca öfkelenip öldürüyoruz.

Sürekli kahramanlar aramaktayız. Kahramanımız haline getirdiğimiz erkek veya kadınlar gerçek insana onu küçümsemeye başlarız. Bunu yaparken de , bu mantık uyarınca “kaybımızdan” dolayı kendimizi ölecek kadar zayıf hissettiğimizin farkına bile varmayız. Görünüşte mükemmel olan toplumumuzda yaşanan depresyon ve çaresizlik bunun su götürmez belirtileridir.

Bir erkek olarak yumuşak başlı ve nazik kadını göklere çıkarırız, ama bunun için ödeyeceğimiz bedeli asla görmeyiz; bir hayal kırıklığı ve incinme gibi… Erkekler kadınlarda sıcaklık arar, ama bir yandan da bundan korkar. Bu yüzden bir aldatmacayla yetinirler. Kendilerini “büyüklük” e adarlar. Kadınlarla ilişkileri , sıcak şefkat duygusu ve insancıllık yerine sürekli pohpohlanan bir özgüven , bitmek tükenmek bilmeyen büyüklük hayalleri ile gizli saklı üstünlük arayışından beslenen bir döngü haline gelmektedir. Bilinç altında sahteleştirilen bu sevgi komplosu gerçek sevgiden duyulan korkuyu hafifletmektedir. Sevgi ihtiyacı tarafından ele geçirilmekten endişe etmemize gerek kalmaz. Kadınlar da tuzağa düşer ve bu oyuna iştirak ederler.

Erkeğin kişiliğini bulduğu imaj, güç, kararlılık, iktidar, cesaret, bilgi ve hakimiyettir. Bu imajda korkuya ve suçluluk duygularına yer yoktur. Kendini ancak bu şekilde erkek gibi hissedebilmektedir. Gerçekten hissettiği veya hissedebileceği duyguların herhangi bir etkisi yoktur, onu yönlendiren imajıdır, yani kahramanlığın soyutlaması ve metafiziği. Bu soyutlamanın düzeni ve mantığı içinde hissetmekte ve hareket etmektedir. Sonuç itibariyle bizi gerçeklerden uzaklaştıran ve yönlendiren bu düşünce tarzıdır.

Peki gerçek neye benzemektedir? Yetersizliğin , çaresizliğin , acının ve başarısızlık korkusunun baskın olduğu bir duygu dünyası… Çaresizlik ve öfkenin sürekli incinmezliğe ve dokunulmazlığa dönüştürülmek zorunda olduğu bir dünya…

Gerçek duygu dünyasında kuşkusuz başka duygular da  vardır: sevinç, coşku, cesaret ve üzüntü. Ama burada sözünü ettiğim, bir başkasını yenince duyulan sevinç veya kazanılan bir yarış sonunda hissedilen coşku değildir; bu duyguların kendileri zaten giydirilmiş bir gerçekten çıkmaktadır; başarısızlıktan kaçmak için verimli olma ilkesi… Temelinde duygudaşlık olan bir sevinçten söz ediyorum: bir başkasının gelişmesinden, büyümesinden duyulan sevinç, hatta bir bitkinin bile; sevinç ve acının paylaşılması. Sürekli kendini kabul ettirme, kanıtlama ihtiyacı duymadan bir gücü kazandıran işte bu tür bir idrak biçimidir. Ama çoğumuz için bu güç başarısız olma olasılığını ifade eder. Bu olasılığa karşı savaşırız ve elde etmek için çabaladığımız diğer gücün daima bir sonraki seferde kaybolma tehlikesi taşıdığını fark etmeyiz. Oysa, acının, kederin, çaresizliğin ve hastalığın ve sancının tecrübe edilmesiyle kazanılan güç, bize ruhsal kuvvet de ve veren doğaüstü tecrübelerle bağlantılıdır. Bu güç, otoriteye ve dış dünyanın tasvibine bağlı değildir.

Güç imaına koşullanmamız, tüm vahim sonuçlarının yanısıra , esas gerçekliği idrak etmemizi sürekli engellemektedir. Bu zorunlu koşullanma irrasyonel “gerçek” erkek ile “ doğru” kadın kalıpları üreterek , bizi giderek gerçeklerden uzaklaştırmakla kalmaz , sonunda kendiliğimizi yok etmeye kadar götürür.

Kongonun yağmur ormanlarına yaşayan İtürilerde kendiliğin bu tür metafiziksel kalıpları yoktur. İturiler bunları bilincinde oldukları hale ciddiye almazlar. İki cinsiyet arasında, duyarlılık farkları bulunmamaktadır; şefkat, sevinç, keder ve her türlü ihtiras eşitçe paylaşılmakta ve ifade edilmektedir.

İngiliz antropolog Geoffrey Gorer 1966) İturi erkeklerinin erkeklikleri ile ilgili metafizik kavramları desteklemek ve aralarında kıyas yapmak zorunda olmadıklarını görünüşe bakılırsa bu yüzen eşcinselliğe rastlanmadığını gözlemiş. Oysa Batı kültürüne eşcinsellik son derece yaygındır . Her erkek eşcinsel olduğu endişesine kapılır, kendine sürekli aksini ispatlamak zorundadır.

Böylece, bu metafiziksel kavramlar hayatımızı, ilişkilerimizi, şiddet eğilimlerimizi ve sonunda da yok oluşumuzu belirlemektedir. Bu , kaçınılmazdır, çünkü gerçek bir insana giden yolların tahrip edilmesiyle ortaya çıkan çaresizlik öfke üretir. Kaynağını anlayamadığımız bu öfke ya kendimize yöneliktir yada üzerinde kendi yansımamızı gördüğümüz karşımızdaki insana.

Erkekler bir  ikilem içinde; kendilerini onaylatmak için ihtiyaç duydukları bir unsur olan kadından korkmaktalar. Eşsiz olduğumuzu kanıtlamak ve diğer erkeklere üstünlüğümüzü göstermek için bir kadına sahip olma hayaline ihtiyaç duyarız. Buna rağmen , onları nasıl kötüye kullandığımızı saklamak ve kendi aramızdaki rekabetin kazananı olmak için kadını gizliden gizliye hor görürüz. Bu hor görme çoğu zaman erkeklerin birbirleriyle ilişkilerinin temelini oluşturur. Hepimiz, kadını bizden aşağı görürüz. Ama, yine de şartlar ne olursa olsun şartlar ne olursa olsun kadın tarafından kabul edilmek isteriz, hem de kusursuz kahramanlar olarak.

Bu şartlar altında gerçek içtenlik mümkün olabilir mi? İçtenliğin temeli eşitliktir.  Ama , kadınla münasebetimizde kendimizi benliğimizin erinliklerine yetersiz, üstün ve /veya suçlu hissediyorsak , bu eşitliği nasıl sağlayacağız ? Yetersiz, çünkü aslına içten içe kendi efsanemize inanmıyoruz; üstün , çünkü kendi kendimizi efsanemizle kandırmak istiyoruz; suçlu, çünkü kadını hor görerek , onun bizim imajımıza verdiği desteğe ve bize duyduğu hayranlığa olan bağımlılığımızı inkar ediyor , kendimizi onan üstün görerek ise, bu inkarımızı hasır altı ediyoruz. Ama, erkeklik imajından doğan sürekli zafer kazanma baskısının neden oluğu sefillik, bu erkeklerin kurduğu belli fantezilerle gün yüzüne çıkmaktadır. Bu fanteziler, çoğunlukla tamamen kişisel uygularda arınmış, saldırgan ve kadını edilgen bir nesneye indirger niteliktedir.  Erkekler kadınları hor görerek, korktukları gerçek içtenlikten kaçarlar. Korkularının nedeni, kendi yeterliliklerinden şüphe etmeleri ve kadının kendilerini eleştirmeden kabul edebileceğine aslında inanmamalarıdır. Bence, erkeklerin bu tür saldırgan fanteziler kurmalarının nedeni, içlerini kemiren yetersizlik duygusundan kaçma çabalarıdır.

Verimli ve başarılı olma zorunluluğu erkeklerin kuyusunu kazmaktadır. Bu zorunluluk bitmek bilmeyen bir alkış ve övgü gereksinimine neden olurken, bu gereksinim bir sonraki sınavda başarısız olma korkusunu beraberinde getirir.

Ortega y Gasset şöyle belirtmiş “ hayat özü itibariyle sürekli batmakta olan bir gemidir. Ama kazazede olmak demek boğulacak olmak demek değildir. Aynı zamanda hayatın gerçeği olan kazazedelik duygusunu tanımak, zaten kurtuluş demektir… “ ( 1934)

Geleneksel değer ve norm sistemimizde, duygularımız itibariyle kim olduğumuzun ne yazık ki pek bir önemi yok; önemli olan tek şey başarı kulvarında elde ettiklerimiz . Buna göre değerlendiriliriz ve kendimizi de buna göre yargılarız. Erkeği değerlendirmenin kıstası gülme, oynama becerileri veya nezaketi, inceliği eğil ne derece başarılı olduğudur.  Bu başarının temelinde ise bir başkasının başarısızlığı yatmaktadır. Böylece yetişkinlik dönemimize içselleştirilmiş bir kabus damgasını vurur. Bu olgu kadın ve erkekleri aynı derecede etkilemektedir, ama bir farkla: kültürümüzde çoğu erkeğin , kendiliğini, başarı ve verim tarafından yönlendirilmeden geliştirme şansı yoktur. Toplumdaki düşünceye göre bu soyutlamalar güya olumlu olduğundan , başarı bir gereksinim haline gelmektedir. ( yazarın soyutlamaya dair yazısı:  

Oysa gelişim kadınlara farklı bir olanak sunmaktadır. Bir kadın için neredeyse doğumdan itibaren hayatının ana konusu yerini alabilecek potansiyel bir hayatın taşıyıcısı olmak fırsatı söz konusudur. Hayatını dünyaya yeni bir canlı getirmek, bu sayede onun acılarını , sevinçlerini, coşkularını paylaşmak , bunun zevkini çıkarmak gerçek amacı etrafına şekillendirebilir. Gerçek hayatla bağlantılı olan bu duygular, kendiliğe, soyutlamalara dayalı olmayan bir anlam kazandırabilir.

Biz erkekler hayat ve can vermekten doğan merhamete denk bir duygu tanımadığımızdan, hayatımızın anlamı , bir canlıyı dünyaya getirirken duyulan , sancı beklentisi ve coşkudan mahrumdur.

Gerçek uygulardan uzaklaştıran yollar bizi korkularımızı serbest bırakmamaya götürür. Çocuğu korktuğunda ve yardım istediğinde onunla ilgilenilmesi uygun görülen kadının aksine erkek , korkusunu bastırmak için iktidarını kurmayı araç olarak kullanmaktadır. Oysa , bu davranış bizi korkuya duyulan bir korkuyla karşı karşıya getirerek , üzerimize gelen korkularla  yüzleşmemizi ve bu şekilde onların korkulacak birer yenilgi olmadıklarını anlama fırsatımızı elimizden alır. Bunu gerçekleştirebilseydik, çaresizlik korkusu karşısında belli bir yere kadar tamamen çaresiz olmadığımızı anlayabilirdik. Çaresizlik, bilinçsizlik ve başarısızlıkla eş değer tutulmamalıdır. Çaresizlik, etki alanımızın sınırlarını kabul etme ve birine veya başka bir şeye muhtaç olma düşüncesine katlanma yeteneğidir.

Bunu anlamamızdaki engel ise, her türlü çaresizliği zayıflık olarak damgalama eğiliminin beyinlerimize kazınmış olması. Çaresizliğin her türünü , benliğimizi zayıflatabilecek bir meydan okuma olarak görmekteyiz. Bu şekilde karşımızdaki insanı kendimize eşit görmeyi başaramıyoruz.

Bu şiddet eğilimine sahip olarak yaşamanın bedeli sürekli içimizi kemiren şüphedir, çünkü ruhumuzun derinliklerinde bunun bir uydurma olduğundan şüpheleniriz. Bu, uydurma bir üstünlük ve bütün ilişkilerimize gölgesini düşüren bir yalandır; ister kadınla , çocukla, hayvanlarla ve doğayla olsun, ister kendi kendimizle. Erkekler ve kadınlar bu yalanın sürgününde yaşamaktadır. Söz konusu uydurma , her iki tarafta da nefret uyandırdığından , karşılıklı olarak birbirlerini yok etmektedirler. Erkekler, sürekli yenilgi kabusları gördüklerinden sinirli, saldırgan ve kötü tavırlar içinde; kadınlar ise, erkeğin kahramanlık imajı tutkusuna destek vererek , hem onları hem de kendilerini yıkmaktadırlar.

Derinlerde ise gizli bir karşılıklı hor görüş hüküm sürer, çünkü imajına aykırı olmasına rağmen çaresizliği biraz olsun hissetmeyen bir erkek olmadığını her iki taraf da biliyordur. Belki bir çoğumuzun karşılıklı hor görmeden garip bir  şekilde zevk almasının nedeni, kendi benliğimize olan gerçek hislerimizi yansıtmasıdır.

Öyleyse biz erkekler gerçekte ne istiyoruz? “

….tobecontinued

Arno Gruen ,Kendine İhanet

Leave a Reply

Your email address will not be published.


Notice: ob_end_flush(): failed to send buffer of zlib output compression (0) in /home/kozmikpsk/public_html/wp-includes/functions.php on line 5221