Semboller biliminde erkek ve erkeğe ait öğelerin (eril ilke) bilincin taşıyıcısı olduğu, annenin ve kadına ait öğelerin ( dişil ilke) ise bilinçsiz’i , bilinçdışını yada bilinç öncesini ifade ettikleri temel varsayımlardır. Anacıllığın karşı kutbuna yani babaya , erkek elemana ve onun temsil ettiği ( doğanın/ maddenin karşı kutbu olan tinselliğe yönelim ( babacıllık) bilinç gelişimi açısından daha geç evrelerin belirleyicisidir : Bu evreler hem insanlık tarihi içinde bilincin ayrışma sürecine , hem de bireysel psikososyal alanda anneden ayrışma- bireyleşme sürecine ait evrelerdir.
Burada gerek birey, gerekse tür olarak insanın gelişiminde ,neden doğanın ve bilinçsizin dişil, teknoloji ve bilincin eril ilkelere atfedildiği sorusuna değinmek hasıl olmuştur. ( Campbell 1992, Fromm 1990, Kovel 1994, Neuman 1972, 1974, 1975, Paglia 1996, Saydam 2013, Stone 2000)
Yaratılış ve dolayısıyla yaratıcılığın bir gizem olmaktan çıkması, bilincin rüştünün ispat etmesiyle mümkün olmuştur. İnsanlık tarihi, bilinçli ruhun,kendini ayrıştırdığı bilinçsiz [sic ] doğanın yaratıcılığını kendine mal ettiğini, doğadan ayrıştırdığı Mutlak-Ruh’un /Mana ‘nın yani madde-ötesi Yaratıcı’nın birincilliğini / öncesizliğinin dayattığını anlatır. Yaratılışın bilinir olması, maddeye / doğaya yönelik bu şiddetin sonucudur.
Yaratıcılığın ilk (sel) ve en yakın mecazi karşılığı , doğumdur. Anne (kadın) , bir hazırlık süresinden sonra , ilk (el) insanların hiç de anlayamadıkları şekilde, olmayan bir varlığı yapar; ‘hiç’ ten var eder. Bir canlıyı doğurmak , onu kendi bedeninden /bedeniyle –kanıyla ve sütüyle –beslemek , doğurmadığında kanamak, kadını erkekten farklılaştırır. Hayatı, dişil yapmaktadır. Canlıların dünyayla ilişkisi, çocuk – anne ilişkisinin mecazi karşılığıdır:
Doğuran ve besleyen anne olarak dünya kavramı hem avcı hem tarımcı toplumların mitolojilerinde çok etkili olmuştur. Avcıların imgelemine göre hayvanlara can veren onun rahmidir. Yeraltı dünyasında, dans alanında, erginlenme ritlerinde zamansız arketiplerini keşfetmek mümkündür. Bu arketiplerde, yeryüzündeki sürüler insanın beslenmesi için gönderilen geçici görüntülerdir. Aynı biçimde tarımcılar için de tohum annenin gövdesinde yetişir. Tarlaların sürülmesi babalık yapmak ve tohumun büyümesi doğumdur. Dahası, dünyayı anne ve gömülmeyi rahme yeniden doğuş olarak anlayan görüş en azından bazı toplumlar için , çok eski bir tarihte kabul edilmiş olmalıdır. ( Campbell 1992: 78-79 )
‘Doğumun ustası’ olan kadın, suyu / toprağı ile ‘doğurgan doğa’nın tüm niteliklerini taşır. Kadın, ‘ilkselliği’ içinde merkezcil konumdadır: Zaten vardır; -doğa misali-kendini oluşturması gibi bir gereksinimi yoktur. Öncesizlik ve indirgenemezlik , bizi –dişil– Kutsal’a götürür:
Arkaik toplumlarda cinsellik, kutsal olanın neredeyse evrensel bir yoldaşıdır. Bu , genellikle ürün veriminin doğa tarafından sihirli bir şekilde sağlanmasına cinselliğin neden olduğunun düşünüldüğü ilkel tarıma özgü bir şey olarak düşünülür. Bu düşünce çizgisine göre cinselliğin üretkenliği ve doğanın üretkenliği aynı sıradadırlar. Nitekim Sümerli tanrıçanın ıslanmayı bekleyen vulvası ve Dicle ve Fırat ırmaklarından gelecek suyu bekleyen toprak benzerdirler. ( Kovel 1994: 139 )
Bu varoluş, -eril ve henüz çocuk bilinç için- gizemli bir var oluştur ( Berktay 1996 , Neuman 1975, Paglia 1996 )
Kadın , öteki dünyaya açılan büyüsel kapı olaak, yaşamın ondan bu dünyaya girdiği yer olduğundan , doğal olarak ölüm kapısının da , yaşamın gene onun aracılığıyla bu dünyayı terk ettiği yeridir. Bunda hiçbir ilahiyatçı açıklamaya gerek yoktur, yalnızca böyle bir mucize gücüyle ilişki kurma isteğiyle birlikte evrenin yakalanan bölümü karşısında sersemleyen zihnin gördüğü gizem ve mucize söz konusudur. ( Campbell 1992: 412)
‘Anne arketipi’ , insan psikolojisinin en önemli yapı taşlarındandır ve yaşamın her an ve halinde mutlaka kendini şu veya bu şekilde hissettirir / gösterir:
Her arketip gibi anne arketipinin de sayısız tezahürü vardır …kişisel anne ve büyükanne; üvey anne ve kayınvalide, ilişki içinde olunan herhangi bir kadın, örn.sütanne yada dadı, ata ve bilge kadın , daha üst anlamda tanrıça, özellikle de Tanrı'nın anası, Bakire Meryem ( gençleşmiş anne olarak örneğin Demeter ve Kore) , Sophia ( anne-sevgili olarak , ayrıca Kybele-Attis tiplemesi , ya da kız- gençleşmiş anne, sevgili ) ; kurtuluş arzusunun hedefi ( cennet, Tanrı krallığı , göksel Kudüs) ; geniş anlamda kent, ülke, gök, toprak, orman, deniz ve akarsu; madde, yer altı dünyası ve ay, dar anlamda doğum ve döllenme yeri olarak tarla, bahçe, kaya, mağara, ağaç, kaynak, derin kuyu, vaftiz kabı, kap biçiminde çiçek ) gül ve lotus) ; büyülü daire olarak ( Padma olarak Mandala ) ya da Cornucopiatypus ( bereket boynuzu ) ; daha dar anlamda rahim, her tğr oyuk biçim ( örn.vida yuvası ) ; Yoni; fırın, tencere, inek, tavşan, her tür yararlı hayvan.
Bütün bu simgeler, olumlu, iyi bir anlam ya da olumsuz , kötü bir anlam taşıyabilirler. Benzer özellikler kader tanrıçalarında ( Moira'lar, Graia'lar, Norna'larda ) görülür; uğursuz simgeler cadı, ejderha ( balık ve yılan gibi yutan ve boğan her hayvan ) mezar, tabut, derin su, ölüm, kabus ve umacıdır ( Empusa, Lilith vb )
…Anne arketipinin özellikleri ‘annelik’ ile ilgilidir: dişinin sihirli otoritesi ; aklın çok ötesinde bir bilgelik ve ruhsal yücelik ; iyi olan , bakıp büyüten , taşıyan, büyüme, bereket ve besin sağlayan ; sihirli dönüşüm ve yeniden doğuş yeri; yararlı içgüdü yada itki; gizli , saklı, karanlık olan, uçurum, ölüler dünyası , yutan, baştan çıkaran ve zehirleyen , korku uyandıran ve kaçınılmaz olan… Annenin üç önemli özelliği , bakıp büyüten, besleyen iyiliği , arzu dolu duygusallığı ve yer altına özgü karanlığıdır. ( Jung 2003: 21-22)
“Cinselleşmiş dualizm, bütün düalizmlerin paradigmasıdır, ‘dünya tarihinin paradgmasıdır’ ” , der Badinter ( 1992: 26 ) İnsan , anneden yani ‘dişil’den doğduysa ve kendini bilinciyle dişil’den doğduysa ve kendini bilinciyle dişil’den ayrıştırdıysa , zorunlu olarak farklıdır, karşı(t) kutuptandır, ‘eril’dir : Anneden ayrışan –kız yada erkek- çocuk bilinçsiz’den ayrışan bilinç , doğadan ayrışan kültür hep eril’in işaretini taşır. Eril’in tanımı burada , dişil’e göre / dişil’e atıfla yapılmaktadır. Asl’olan dişildir. Dişil olmayan her şey eril’dir – Eril , dişil olmayan’dır : Dolayısıyla –doğada / dişilde- içkin kalamaz, aşkın olmalıdır. Aşkınlık, eril için var oluşsal önemi haiz mecburiyettir.
Aşkınlık, ayrışmayı gerektirir. Ayrışma, çocuğun eylemidir ve anneden öteyedir. Bilinç en ilksel haliyle, önce ötekinin farkındalığı ise, çocuk olmadan bilinç olmaz. Çocuğun ayrıştığı anne dünyanın karşılığıdır. Eğer anne dişil işaret taşıyorsa, çocuk bizzat –dişilin karşıtı –eril olmak , yada önceden var olan –eril’e doğru hareket ederek erilleşmek zorundadır. Dualistik bakış, dişil-annenin karşısına eril-baba’yı yerleştirir ve bilinci erile atfeder: Doğaya karşı hep çocuk makamında olan insan , bilincin taşıyıcısıdır ve eril’dir (sic)
Ayrıntılandırırsak, dişil-eril bağlamında şöyle bir ayrıştırma anlamlı olacaktır : Madde ve doğa , her türlü tezahüründe esası teşkil edeceği , her ne var ise evrende , doğuracağı-taşıyacağı- ( ve doğurduğu gibi gerisin geri yutacağı) için anne ve kadın metaforuyla ifade edilebilir. Matriks ( lat) dişil bir terimdir. Dişil, bu nitelikleriyle hep aynıdır. Soru burada ‘neye göre aynıdır ‘ şeklinde olursa , yanıt ‘bilinç’i işaret edecektir. Bilinç dişil-değil ise, onun karşısına- dünyevi kavrayışımızla-koyacağımız yapısal öğe ’eril’ olacaktır.
Eril, esasında yapısal değildir, zira ne kadar dönüşürse dönüşsün her türlü yapısallık, madde içine gömülü olacağından , dişil ön işaretlidir. Eril olan, dişil olmayandan dışa doğru hareket olarak tanımlanırsa , belki dişil-olmayan tek şeyi , yani dişilden / madde ‘den uzaklaşma eylemini eril sıfatıyla kurgulayabiliriz. Bu durumda hareket esastır ve er çocuk da kız olsun erkek olsun, eril işaretini taşır. Zira eylem ayrışmadır Ayrışma erildir. Burada yine bir çıkmaza saplanıyoruz. Bilimsel maddeci bakışla, her şey ve her yer madde,-dolayısıyla dişil-ise, maddeden/dişilden dışarıya , öte’ye doğru hareket yine yanılgı olacaktır. Yani eril, dişilin karşıtı olarak bir serabdır. Mutlak eril, her ne kadar kurgulansa da mümkün değildir. Ama mümkün-müş gibi davranarak , insanın doğa-ruh, Madde-Mana arasındaki gerilimdeki muhteşem yolculuğunu sürdürebiliyoruz.
Doğa içinde eyleşen eril, ‘doğanın erili’ dir . Biyolojik cinsiyet farklılığıyla kadın ve erkek ayrımı bu minvalde anlaşılmalıdır. Eşeyli üreme ölümsüzlüğü bitmiştir. Türü maddede/doğada sürdürmek-yani türün ölümsüzlüğü için gereken , ölümlü parçaların birleşmesi, iki kutbun biririni çekmesi ile , yani kadında doğrudan temsil edilen dişil’in , kendisi üzerinden tanımladığı erkek tarafından döllenmesi ile sağlanacaktır. Burada eril’in doğaya hizmeti , ayrık duranın geri dönmesi , dişile kendini katması eklinde gerçekleşir.
Oysa eril’i dişiden uzaklaşma , ondan ayrışmışlık ve belki özgürlük-özgünlük olarak tanımlamıştık. Eril, kendisi–için-ve-kendi-başına bir varoluşu gözetecekti. Ve ne kadar imkansız –eşyanın tabiatına aykırı-olsa da , bu yöndeki irade ve eylemi eril kurgunun esası olacaktı; yani madde olmayan bir şeyler ortaya çıkacaktı. Ve ortaya çıkan, maddeden münezzeh olacak, yine de onu tanımlayabilecekti. Bu da eril eylemin anlamı olacaktı; her hangi bir başka şey değil. Eril’de-yine dişil’e referansla olsa da , onsuz var oluşu hayal eden bir hareketi-,dişil’den ayrışma hareketini tesbit edecektik. Oysa görüyoruz ki, doğa kendinden ayrışanı geri ayartmaktadır. Ayartılan sahte-eril’di; zira ‘dişil-eril’dir. Büyük Dişil’in bir aletidir. Madde’dir ve maddede çözünecektir : Hem eşeyli birleşmede , hem de bedenin ölümünde. Tanımladığımız ‘hayvan-eril’dir.
‘İnsan-eril’ i başlatan ve yapan şey zaten hayvan-eril’in bu zafiyetidir. Doğanın-maddenin aradalıklarında muhtaç ve mecbur olmaktan kaçan insan, mecaz olarak ‘dişil-olmayan-eril’in alanına düşer. Bu mecazla insanın cinsiyet farklılıklarıyla hiç alakası olmayan aşkınlaşmasını daha açık tarif edebiliyoruz. Dışarı doğru eylemiyle aşkınlaşan insan, bağlantılı olarak eril işareti taşıyacak Mana’yı dişil’in /madde’nin alanı dışında imiş gibi yapılandırır. Kadın yada erkek ‘insan’ olmaları hasebiyle , doğal gereksinim , zorlama ve dürtülerine mesafeli bir duruşa yöneldikleri ölçüde eril bir hareket içindedirler , erildirler. Yine o meşum -ve münbit – çelişkiye işaret edelim. Kurgusal gerçeklik her zaman somut-maddi gerçeğin içinde kalacaktır, yabancılaşması bile ikame kalacaktır.
Başlangıcın dünyası olarak Ön-Öteki hep dişildir; anne sıfatıyla bebeğin yaşamını sağlamaktadır : Onu var etmektedir ; ama dişilliğinde erildir , zira neyin ne olduğunu söylemekte ,-bilerek, bilmeyerek –kısıtlar getirmekte, yönlendirmeler yapmaktadır ve onu kendinden dışarıya doğru taşımaktadır. Bu , Dişil’in içindeki erildir. ‘dişil&eril Ön-Öteki’, eril-dişil Öteki ye dönüşürken , ön –özneyi de kendisiyle dışarıya çekerek özneye dönüştürmekte , onu kendisinden farklılaştırmaktadır. Bebek yakın-kendisine ( bedensellikten doğan arzularına ve gereksinimlerine ) yabancılaşmakta, Öteki’ye uyarlanmakta, ö/Öteki olmaktadır. Bebeğin yakın-kendisinin olduğu yer , madde ve doğa niteliğiyle ‘dişil’dir. Bu durum yeni aradalıklar doğurur: Kendi olma ile kendinden vazgeçme arasındaki aradalık, dişil ile eril arasındaki aradalık.
Oluşum serüveni, özne’ nin, dişilden eril’e , doğadan tine, bedenden ruha, maddeden manaya uzanma yolculuğunda şekillendiğini ima eder ki, öznenin esasında evsiz/ göçebe olduğunu söylemektedir : Özne bir hal değildir, devinimdir : Yol üstünde düzülür.
M.Bilgin SAYDAM, Ara’f’dalık-lar ( pg. 241-246)