Ölümcül Hastalık Umutsuzluk, Soren Kierkegaard

“…Bu paradigmanın içinde umutsuzluk bir uyumsuzluğun sonucu gibi algılanmaktadır. Kierkegaard’ın buna yanıtı açık ve kesindir: “Umutsuzluk uyumsuzluğun değil, kendine yönelen ilişkinin bir sonucudur.” O hâlde insan zorunlu olarak hastadır. Çünkü sonsuzluk onun ruhunun bir bütünleyicisidir. “içimizde sonsuzluk olmadan umutsuzluğa düşemeyiz; ama eğer umutsuzluk ben’i yok edebilseydi o zaman umutsuzluk da olmazdı.”Sonsuzluğa inançsız olarak kendi çabasıyla ulaşmaya çalışması insanı ölümcül hasta yapmaktadır. İnsanın kendi başına sonsuzluğa ulaşma gücü yoktur.

Kierkegaard’a göre ben’in gelişimi umutsuzluktan geçer. Umutsuz olunmadan ben’i aşkın gerçeğiyle yüz yüze getiremeyiz. “Kendi olmaya cesaret etmek aslında bir bireyi, şunu veya bunu değil, Tanrı karşısında çabasının ve sorumluluğunun devasalığı içinde yalnız bir bireyi gerçekleştirmeye cesaret etmektedir.”Varoluş serüveni ben’in kendi olma serüvenidir.Bu bir ben olarak Tanrı’nın, yaratıcısının karşısına çıkma cesaretidir. Kendi olmaya cesaret edemeyenin inancı olamaz. Kierkegaard’da inanç bir anda kendiliğinden,tepeden inen bir olay değildir.Büyük çabaların sonucunda ulaşılacak tepe noktasıdır. Bu tepe diyalektiktir, paradoksaldır.Sevdiğini yaratıcısına kurban etme paradoksudur. Kierkegaard için inancın formülü şudur: “Ben’in, kendine dönerken, kendi olmak isterken, saydamlığı arasından onu ortaya koyan gücün içine atlamasıdır.” İnanç her şeyi kaybetmeyi göze almak demektir. Varoluş ancak paradoksun, akıldışılığın tepe noktasında inancın derin gerilimini hissedebilir. İnanç, varoluş deviniminin sonsuza vurmasıdır. Bu, aklın ölçülülüğüne, düzenliliğine sığan bir şey değildir. Kierkegaard burada umutsuzluğun somutlaşma biçimlerini en ince ayrıntısına kadar incelemiş ve insanların bilinçlilik düzeylerine göre çeşitli umutsuzluk biçimlerini ortaya koymuştur. Kierkegaard bu farklılıkların, “Gerçek yaşamın, umutsuzluğun biri tam bilinçliliği, diğeri tam bilinçsizliği barındıran iki ucu arasındaki çelişki gibi yalnız soyut çelişkileri ortaya çıkaramayacak kadar nüanslı olduğu” gerçeği karşısında tüm soyut gerçeği yansıtmadığını çok iyi bilmektedir. Buna rağmen o, bilinçsiz umutsuzluğun spontan insanda somutlaşan kendi olmayı istememenin umutsuzluğu olduğu, bilinçli umutsuzluğun da kendi olmayı istemenin umutsuzluğu olduğu ayrımını yapmaktadır. Birincisini güçsüzlüğün umutsuzluğu olarak, ikincisini de meydan okumanın umutsuzluğu olarak nitelemiştir. Meydan okuma umutsuzluğunu, ben’in kendini ortaya koyan güçle bağlantısını kesmek olarak gören Kierkegaard güçsüzlüğün umutsuzluğunu, hiçbir yere ve özellikle inanca götürmeyen bir durum olarak değerlendirmiştir. İnanç için birinci koşul kendi olmaya yönelen umutsuzluktur. Bu sebepten Kierkegaard, ben’ine sahip çıkmayan spontan insanın gerçek bir inanç edinmesinin mutlak olanaksızlığını ortaya koymuştur. Birinci kısmı, kendini ortaya koyan güce meydan okuyan umutsuz ben’in çıkmazını belirterek bitiren Kierkegaard, ikinci kısımda ölümcül hastalığın sağaltımı konusuna girmektedir. Bu kısmın başlığı: “Umutsuzluk günahkârlıktır”. Umutsuzca kendi olmak istemeyen veya kendi olmak isteyen insan günah işlemektedir. Bunun nedeni birincinin inancının olmasının olanaksızlığı, ikincinin de bu inanca sırtını dönmesidir. Tanrı karşısına kendi ben’iyle çıkma cesareti göstermeyen insangünah işlemektedir. Kierkegaard bu kısımda özellikle günahın erdemin değil, inancın zıttı olduğunun altını çizmektedir. Çünkü erdemin”bazen Tanrı’ya karşı çıkmayı, onu reddetmeyi içerdiğini fark etmiştir. İnançsız bir insan erdemli olabilir, ama aynı zamanda günahkârdır. O hâlde umutsuzluk günahkârlıktır. Kierkegaard daha önceki yapıtlarında bireysel gelişimi üç evreye bölmüştü: Estetik, etik, dinsel evre. Estetik evre yaşamın güzelliklerinin yaşandığı evre, etik evre erdeme ulaşılan evre olmasına karşın dinsel evre erdemin ötesindeki varoluşun gizeminin özü olan aşkın, sonsuz yanıyla bağlantı kurulmasıdır. Kendini ortaya koyan gücün, Tanriım karşısına çıkmaktır, her şeyi kaybetmeyi göze almaktır, varlığını inanca kurban etmektir. Erdemli insan inançsız olduğunda meydan okuyan biri olduğu için umutsuzluğu sürmektedir. Çünkü ölüm onun için bir sondur, sonsuzluğa ulaşamamaktır. Sonsuzluğa inançla ulaşan ve ölümü bir geçiş olayı olarak değerlendiren dinsel evredir

….Tedirginlik, yaşam karşısındaki, kişisel gerçeğimiz karşısındaki gerçek davranıştır ve bundan dolayı Hıristiyan için tedirginlik en üst gerçektir! yansız bilimlerin yüksekliği, onun için yüksek bir gerçekten çok uzakta olup, güldürü ve kendini beğenmişlikten başka bir şeydeğildir. Ama söylediğim gibi ciddi olan şey aydınlatandır

Çocuğun korktuğu bir şey yetişkin için korkulacak bir şey değildir. Çocuk, korkunç olanı bilmez, insan ise bilir ve ondan korkar. Çocukluğun eksikliği, öncelikle korkunç olanı bilmemektir ve ikinci olarak bilgisizliği nedeniyle korkulmayacak şeyden titremektir. Aynı durum doğa insanı için de vardır! Gerçekten korkunçluğun oluştuğu yeri bilmemektedir ki bu, her şeye karşın onu ürkmekten alıkoymaz, ama korkunç olmayan bir şeyden korkar.

**

Tinin Ve Ben’in Hastalığı Olarak Ele Alman Umutsuzluk Böylece Üç Farklı Görünüm Sunabilir: Bir Ben’i Olduğunun Farkında”Olmayan Umutsuz Kişi (Bu, Gerçek Bir Umutsuzluk Değildir); Kendisi Olmak İstemeyen Umutsuz Kişi Ve Kendisi Olmak İsteyen Umutsuz kişi

ben nedir? Ben, kendine bağlı olan bir ilişkidir! daha doğrusu ben, ilişki içinde bu ilişkinin içsel yönelimidir! ben, ilişki olmayıp ilişkinin kendine dönüşüdür. İnsan, sonsuzluk ile sonlunun, geçici ile kalıcının, özgürlük ile zorunluluğun bir sentezidir, kısaca bir sentezdir. Sentez iki terimin ilişkisidir. Bu görüş açısından ben, hâlâ varolmamıştır. İki terim arasındaki bir ilişkide, her terim, bu ilişki ile sürdürdüğü bağıntı aracılığıyla varolduğundan, olumsuz bir birim olan üçüncü bir terim ile olan ilişki ve iki terim, ilişkiye bağlıdır! böylece ruh söz konusu olduğunda, ruh ve bedenin ilişkisi yalnızca yalın bir ilişkidir. Bunun aksine, ilişki yalnızca kendine bağlıysa,bu son ilişki olumlu bir üçüncüdür ve böylece ben’e sahip oluruz.

Kendine gönderme yapan bir ilişki, bir ben, ancak kendisi ya da bir başkası tarafından ortaya konmuş olabilir. Kendine bağlanan ilişki başkası tarafından ortaya konursa, kuşkusuz bu ilişki bir üçüncüdür; ama bu üçüncü, hâlâ bir ilişkidir yani tüm ilişkiyi ortaya koyan şeye bağlıdır. Bu şekilde türemiş veya ortaya konmuş böyle bir ilişki insanın ben’idir: Bu, kendine bağlanan ve bu şekilde başkasına bağlanan bir ilişkidir. Buradan gerçek umutsuzluğun iki biçimininvarolduğu olgusu ortaya çıkar. Eğer ben’imiz kendi kendini ortaya koysaydı yalnızca bir umutsuzluk biçimi var olurdu: Kendi olmayı istememek, kendi ben’inden kurtulmayı istemek, ve bu da şu anlama gelmektedir; kendi olmanın umutsuz istenci. Aslında bu formülün belirttiği şey, ben olan ilişki bütününe bağımlılık, daha doğrusu ben’in kendi gücüyle dengeye ve erince ulaşmadaki yetersizliğidir: Ben bunu ancak kendiyle olan ilişkisi içinde, ilişkinin tümünü ortaya koyan şeye bağlanarak yapabilir. Dahası, umutsuzluğun bu ikinci (kendi olma istenci) umutsuz olmanın özel bir şeklini çok az olarak gösterirken buna karşılık her umutsuzluk nihai olarak umutsuzluk şeklinin içinde çözülür ve ona bağlanır. Umutsuz olan insan, zannettiği gibi umutsuzluğunun bilincindeyse, bu umutsuzluktan dışarıdan gelen bir olay gibi saçma bir şey olarak söz etmezse (biraz baş dönmesinden rahatsız olup sinirlerinin oyununa kanan birinin kafasında bir ağırlığın varlığından söz etmesi gibi, ağırlığın veya basıncın yalnızca içsel bir duyu olmasına rağmen bir cismin kafasına düştüğünden söz etmesi gibi), bu umutsuz kişi tüm gücüyle kendi başına ve yalnızca kendi başına umutsuzluğu yok etmek isterse, bu umutsuzluktan çıkamadığını ve tüm bu boş çabasının onu yalnızca daha derin bir umutsuzluğa soktuğunu söyleyecektir. Umutsuzluğun uyumsuzluğu basit bir uyumsuzluk olmayıp kendisine bağlı kalmakla birlikte başka bir ilişki tarafından ortaya konan bir ilişkinin uyumsuzluğudur; böylece bu ilişkinin uyumsuzluğu kendi kendine var olurken diğer taraftan yaratıcısı ile ilişkisi içinde sonsuza kadar yansır. Umutsuzluk tamamen yok olduğunda, ben’in durumunu betimleyen formül şudur: Ben, kendine yönelerek, kendi olmak isteyerek, kendi saydamlığı içinde onu ortaya koyan gücün içine dalar.

…..Ölüm, hastalıkları sona erdirir, ama kendi içinde bir son değildir. Ama “ölümcül hastalık”, dar anlamda kendisinden sonra hiçbir şey bırakmadan ölüme varan bir hastalık demektir. Ve umutsuzluk budur. Ama diğer bir anlamda, daha katı olarak umutsuzluk “ölümcül hastalık”tır. Çünkü daha açık bir anlatımla bu hastalıktan ölünmesinden veya bu hastalığın bedensel ölümle sona ermesinden çok, bu hastalığın işkencesi, tersine, can çekişmede olduğu gibi ölümle savaşmasına rağmen kişinin gene de ölememesinden kaynaklanır. Bundan dolayı ölesiye hasta olmak, ölememektir ama burada yaşam umudu yok etmektedir ve umutsuzluk son umudun eksikliğidir, ölümün eksikliğidir. Ölüm en büyük tehlike olduğu sürece, yaşamdan bir şeyler beklenir, ama diğer tehlikenin sonsuzluğu keşfedildiği zaman, ölüm için umut beslenir. Ve ölüm umut olduğu sürece tehlike büyüdüğü zaman, umutsuzluk ölememenin neden olduğu umutsuzluktur. Bu kesin tanım içinde umutsuzluk “ölümcül hastalık”tır, çelişkili işkencedir, ben’in hastalığıdır: Sonsuza değin ölmek, ölmemekle birlikte ölmek, ölümü ölmek demektir bu. Çünkü ölmek, her şeyin bitmesi anlamına gelir; ama ölümü ölmek, ölümünü yaşamak demektir; ve bunu tek bir an yaşamak, onu sonsuza kadar yaşamak demektir. Bir hastalıktan ölme gibi umutsuzluktan ölünmesi için, bu hastalığın vücutta yaptığının, içimizde oluşması, ben’deki ebedîliğin ölmesi gerekir. Bu sadece bir kuruntudur. Umutsuzluktaki ölüm sürekli yaşama döner. Umutsuz olan ölemez; “düşünceleri öldürmek için bir hançerin hiçbir değerinin olmaması” gibi, ölümsüz solucan, söndürülemez ateş olan umutsuzluk hiçbir zaman kendi dayanağı olan ben’in sonsuzluğunu yok edemez. Ama kendinin yok edilişi olan umutsuzluk güçsüzdür ve amaçlarına ulaşamaz. Öz istenci, kendini yok etmektir, ama bu tam da yapamadığı bir şeydir ve hatta bu güçsüzlük, içinde umutsuzluğun ben’in yok edilmesine yönelik amacını ikinci kez gerçekleştirememesidir; aksine bu, varlığın yığılması, hatta bu yığılmanın yasasıdır. İşte bu, umutsuzluğun asidi, kangrendir, ucu içeriye dönen bu işkence bizi her zaman daha derin olan güçsüz bir kendini yok etmenin içine batırır. Umutsuzu avutmaktan çok uzakta, umutsuzluğu yok etmedeki başarısızlık, aksine kinini şiddetlendiren bir işkencedir; çünkü geçmiş… umutsuzluğu sürekli şimdide biriktirerek böylece ne kendinden kurtu-labildiği ve ne de kendini yok edebildiği için umutsuzluğa düşmektedir. Umutsuzluğun birikiminin formülü budur ve ben’in bu hastalığının içindeki ateşin fırlaması buradan kaynaklanır.

Umutsuzluğa düşen insanın bir umutsuzluk konusu vardır, buna yalnızca bir an inanılır daha fazla değil; çünkü hemen gerçek umutsuzluk, umutsuzluğun gerçek yüzü ortaya çıkar. Bir şeyden dolayı umutsuzluğa düşerken aslında insan kendi için umutsuzluğa düşmektedir ve şimdi kendi ben’inden kurtulmaya çalışmaktadır.

Böylece “Sezar veya hiç olurum” diyen tutkulu kişi Sezar olamaz ve bundan dolayı umutsuzluğa düşer. Ama bunun başka bir anlamı vardır, Sezar hâline gelemediği için kendi olmaya katlanamaz.

O hâlde, aslında hiçbir şekilde Sezar olamadığı için bu ben Sezar olamamaktan dolayı umutsuzluğa düşer. Tüm neşesini, bir o denliumutsuz olan tüm neşesini başka bir biçimde oluşturabilen bu aynı ben için Sezar olamamak, işte bu durumda katlanılması en güç şeydir. Daha yakından bakıldığında, onun için dayanılmaz olan, hiçbir şekilde Sezar olmamak değildir; hiçbir şekilde dayanamadığı kendi ben’inden kurtulamamasıdır. Sezar olsaydı, bunu yapabilirdi; ama Sezar olamadığına göre umutsuz kişimiz ben’inden kurtulamaz. Özünde umutsuzluğu değişmemektedir, çünkü benliğine sahip değildir, kendi değildir. Sezar olarak kendi olamayacağı bir gerçektir, ama kendi ben’inden kurtulmuş olacaktır; Sezar olamayıp ben’inden kurtulamadığı için umutsuzluğa düşmektedir. O hâlde, umutsuz bir kişinin kendi ben’ini yok etmesinin onun gördüğü bir ceza olduğunu söylemek yüzeysel bir düşünce olacaktır. Çünkü bu, umutsuzun umutsuzluğunun, işkencesinin tam da yapamayacağı şeydir, çünkü umutsuzluk boyun eğmeyen, yok edilemeyen bir şeyi, ben’i ateşe vermektedir.

O hâlde bir şeyden umutsuzluğa düşmek, hâlâ gerçek umutsuzluk değildir, sadece başlangıçtır, doktorların bir hastalık için söyledikleri gibi umutsuzluk kuluçkaya yatmaktadır. Daha sonra umutsuzluk ortaya çıkar: Kendinden umutsuzluğa düşülmüştür. Ölmüş veya şıpsevdi olan dostunu kaybetmekten dolayı aşkta umutsuzluğa düşmüş bir genç kıza bakınız. Bu kaybediş gerçek umutsuzluk değildir, kendi kendinden umutsuzluğa düşmüştür. Başkasına ait hâle gelseydi en hoş şekilde kaybetmiş ve kurtulmuş olacağı bu ben, bu durumda can sıkıntısına yol açar; çünkü başkası olmadan bir ben’e sahip olmak zorundadır. Kendisinin bir hazine olabilecek -diğer taraftan bu da başka bir umutsuzluk anlamı taşır- bu ben, diğeri öldüğü zaman dayanılmaz bir boşluk olacaktır veya terk verdiğini göreceksiniz: “Ah! Hayır, acım tam da kendimi tüketmeyi başaramadığımdan dolayı”. Kendinden umutsuzluğa düşmek, umutsuzluğa kapılıp kendinden kurtulmayı istemek, işte her umutsuzluğun formülü ve ikincisi: Umutsuz olmayı, kendi olmayı istemek, daha önce belirttiğimiz gibi (birinci bölüme bkz.) kendi olmanın’ reddedildiği umutsuzluğu, kendi olmanın istendiği umutsuzluğa dönüştürmek demektir. Umutsuzluğa düşen, umutsuzluğu içinde kendisi olmayı istemektedir. O hâlde kendi kendisinden kurtulmayı istemiyor mu? Görünürde hayır, ama daha yakından bakıldığında her zaman aynı çelişkiye rastlanılır.

Bu umutsuz kişinin olmak istediği ben, hiçbir şekilde olmadığı ben’dir (çünkü gerçekten olduğu ben’i sahiplenmek, umutsuzluğun tam karşıtıdır); aslında istediği, ben’i yaratıcısından ayırmaktır. Ama burada umutsuzluğa düşmesine rağmen başarısızlığa uğranır ve umutsuzluğun tüm çabalarına karşın, bu Yaratıcı en güçlüolarak kalır, kişiyi olmak istemediği ben olmaya zorlar. Ama bunu yaparken, insan her zaman kendi yaratısının bir benliği hâline gelmek için kendi ben’inden, sahip olduğu ben’inden kurtulmayı ister. Olmak istediği ‘ben’e kavuşmak, tüm zevkleri tatmasını sağlardı –bu durumun da başka bir anlamda aynı derecede umutsuz olmasına rağmen-; ama olmak istemediği bu “ben”i olmak zorunda kalan bu kendi, onun işkence-sidir: Kendinden kurtulamamanın işkencesi. Sokrates, ruhun ölümsüzlüğünü, ruhun hastalığının (günahın) ruhu yok etmedeki güçsüzlüğüyle kanıtlıyordu. Aynı şekilde, insanın sonsuzluğu, umutsuzluğun ben’i yok etme güçsüzlüğüyle, umutsuzluğun bu acımasız çelişkisiyle kanıtlanabilir, içimizde sonsuzluk olmadan umutsuzluğa düşemeyiz; ama eğer umutsuzluk ben’i yok edebilseydi o zaman

umutsuzluk da olmazdı. Ben’in hastalığı olan umutsuzluk, “Ölümcül

hastalık” budur. Umutsuz kişi ölümcül bir hastadır. Başka herhangi bir hastalıktan daha fazla olarak, bu hastalık varlığın en saygınözüne saldırır; ama insan bu yüzden ölemez. Burada ölüm, hastalığın sonu değildir, bitmeyen bir sondur. Bu hastalıktan kurtulmamızı ölüm bile sağlayamaz, çünkü buradaki acısıyla birlikte olan hastalık ve… ölüm, ölememektir. Umutsuzluğun durumu budur. Ve umutsuz kişinin bundan kuşku duymaması boşunadır, boşuna ben’ini kaybetmeye ve ondan hiçbir iz kalmamacasına onu kaybetmeye çalışır: Bununla birlikte, sonsuzluk umutsuzluğu ortaya çıkaracak ve kendi ben’ine çivileyecektir; böylece işkence her zaman kendinden kurtulamamanın sonucu olarak gerçekleşir ve insan böylece kendi ben’inden kurtulmanın bir ham hayal olduğunu anlar. Ve bu kesinliğe neden şaşırmalıyız? Değil mi ki bu ben hem sahip olduğumuz hem kendisi olduğumuz varlıktır, Tanrının insana bahşettiği bir ödün, üstelik insana olan bağlılığından ileri gelen ödündür. Çünkü bu ben, varlığımız, Sonsuzluk’un insana tanıdığı sonsuz, yüce bir ayrıcalıktır ve aynı zamanda insan üzerindeki inancıdır.

Buna karşın, genel umutsuzluk kavramı görünürde kalmaktadır. Umutsuzluk bir kavram olmayıp yalnızca yüzeysel bir görüş olmaktadır. Bu görüş, içimizden her birinin umutsuz olupolmadığını ilk bilen kişi olduğunu ileri sürmekte ve umutsuz olduğunu söyleyen öyle olduğunu zannetmektedir, ama umutsuz görünmemek için umutsuz olunduğuna inanılmaması yeterlidir. Bu

şekilde, gerçekte evrensel olan umutsuzluk, seyrekleştirilmektedir. Seyrek olan, umutsuz olmak değildir aksine seyrek olan, en çok seyrek olan, gerçekten umutsuz olmamaktır. Ama umutsuzluk konusunda sıradan insanın yargısı fazla bir şey içermemektedir. Böylece (yeterince anlaşıldığında binlerce, milyonlarca insanı ümitsizlik safına yerleştiren bir örnek vermek gerekirse) çoğunluğun göremediği şey, tam da umutsuz olmamaktan çok, umutsuzluğun bilincinde olmamaktan doğan bir umutsuzluk biçiminin varlığıdır. Aslında sıradan insan umutsuzluğu tanımladığı zaman, sizin hasta veya iyi olduğunuza karar verdiğinde yaptığı hatayı yinelemektedir… ama burada daha önemli bir yanlış söz konusudur; çünkü sağlık ve hastalık durumundan çok, tinin ne durumda olduğu konusunda neyi göz önüne alacağını (içindeki düşüncenin ne durumda olduğu bilinmeden umutsuzluk hakkında hiçbir şey anlaşılmaz) çok daha az bilmektedir. Genelde kendini hasta görmeyen birinin sağlıklı olduğu zannedilir: Hele, iyi olduğunu kendisi söylüyorsa. Buna karşın hekimler hastalıkları başka gözle değerlendirirler. Neden? Çünkü sağlık konusunda gelişmiş, kesin fikirleri vardır ve durumumuzu değerlendirmek için bu fikre dayanırlar. Hayali hastalıklar gibi hayalı sağlıkların var olduğunu bilirler; bu sebepten hastalığı ortaya çıkarmak için ilaçlar verirler. Çünkü hekimlikte her zaman durumumuz için anlattıklarımızın ancak yarısına inanan bir uygulayıcı bulunur. Ne durumda olduğumuz, neremizden acı çektiğimiz vs. ile ilgili tüm kişisel duygularımıza inanılsaydı hekimin rolü yalnızca bir yanılgı olurdu. Aslında hekimin rolü yalnızca ilaç vermek değildir, hekim öncelikle hastalığı tanımak ve böylece hasta olduğunu zannedenin veya kendinin iyi olduğunu zannedenin gerçekte hasta olup olmadığını bilmek zorundadır. Umutsuzluk karşısında psikologun durumu da aynıdır. Umutsuzluğun ne olduğunu bilir ve umutsuz olduğunu veya olmadığını zanneden kişinin söyledikleriyle yetinmez. Aslında, bir anlamda umutsuz olduklarını söyleyenlerin her zaman öyle olmadıklarını da unutmayalım. Umutsuzluğu taklit etmek kolaydır, hataya düşülebilir ve tinsel bir olgu olan umutsuzluk için sonuçsuz tüm ruhsal çöküntülerin ve gelip geçici çatışmaların tüm biçimleri olumsuzluk olarak görülebilir. Bununla birlikte psikolog burada da umutsuzluğun biçimlerini bulmaktan geri durmaz; kuşkusuz bunun yapmacık olduğunu çok iyi görür, ama bu taklit bile hâlâ umutsuzluktur; tüm bu dayanaksız çöküntüler nedeniyle yanılgıya düşmez, ama bunların anlamsızlığı bile hâlâ umutsuzluktur!

Aynı şekilde, sıradan insan tinsel hastalık olarak umutsuzluğun, genelde bir hastalık olarak şeyden farklı bir diyalektik olduğunu görmez. Ama bu diyalektiği yeterince anladığımızda, hâlâ binlerce insanı umutsuzluk kategorisinin içine aldığını görürüz. Bir dönem sağlıklı olduğunu kanıtlamış biri daha sonra hastalanırsa, hekimin, onun daha önce sağlıklı olduğunu ve şimdi hastalandığını söylemek hakkıdır. Bu, umutsuzluk söz konusu olduğunda farklıdır.

Ortaya çıkışı daha önce var olduğunu göstermektedir. Bundan dolayı umutsuzluğa düştüğü için kurtulamamış biri konusunda hiçbirzaman bir karara varılamaz. Çünkü onu umutsuzluğa düşüren olay bile tüm geçmiş yaşamı umutsuzluk olduğunda ortaya çıkar.

Buna karşın ateşi olan biri için geçmişinde her zaman ateşli olduğunun söylenemeyeceği açıktır. Ama umutsuzluk tinin sonsuzluğa bağlanan bir kategorisidir ve bu nedenle diyalektiğinin içine biraz da sonsuzluk girer. Umutsuzluğun sadece bir hastalıktan farklı bir diyalektiği yoktur! aynı zamanda tüm belirtileri

de diyalektiktir ve bu nedenle sıradan bir insanın, umutsuz olmadığınızı belirleyemediği zaman hataya düşme olasılığı yüksektir. Aslında umutsuz olmamak açıkça şu anlama gelebilir:

Umutsuzsunuzdur ya da umutsuzluğa kapılmış ve bundan kendinizi kurtarmışsınızdır. Sakin ve kaygılardan kurtulmuş olmak, umutsuz olunduğu anlamına gelebilir, hatta bu sakinlik, bu güven umutsuzluk olabilir; ve aynı şekilde umutsuzluk aşıldığı zaman elde edilen huzuru gösterebilir. Umutsuzluğun yokluğu, bir hastalığın yokluğu anlamını taşımaz; çünkü hasta olmamak, kesinlikle hasta olunduğu anlamına gelmez; buna karşın umutsuz olmamak, umutsuz olunduğunun işareti bile olabilir. O hâlde rahatsızlığın kendisinin hastalık olduğu bir hastalıkta durum aynı değildir. Hiçbir benzerlik yoktur. Burada rahatsızlığın kendisi diyalektiktir. Rahatsızlığı hiç hissetmemek umutsuzluğun ta kendisidir. İnsanı tin olarak ele aldığımızda (ve umutsuzluktan söz edebilmek için insanı her zaman bu kategori içinde ele almalıyız), bunun nedeni, insanın kritik bir durum içinde olmaktan kurtulamamasıdır. Neden sağlık için değil de yalnızca hastalıklar için krizden söz ediyoruz?

Çünkü bedensel sağlık durumunda, doğrudanlık içinde kalınır; yalnızca hastalıkla diyalektik var olur ve böylece krizden söz edilebilir. Ama tinselci için veya insana bu kategori içindebakıldığı zaman, hastalık ve sağlık, ikisi de kritik durumlardır ve tinin doğrudan bir sağlığı yoktur. Buna karşın, insanda yalnızca ruhun ve bedenin yalın bir sentezini görmek için tinsel yazgıya sırtımızı döndüğümüz andan itibaren (ve bu yazgı olmadan, umutsuzluktan söz edemeyiz), sağlık yeniden doğrudan bir kategori hâline gelir ve bu, ruhun veya bedenin diyalektik bir kategori durumuna gelen hastalığıdır. Ama umutsuzluk tam da insanların tinsel yazgılarının bilincinde onamalarıdır. Hatta onlar için en güzel ve en hayranlık verici olan şeyler, en parlak dönemindeki kadınlık, her barış, uyum ve coşku yine de umutsuzluktur. Bu, aslında mutluluktur; ama mutluluk tinin bir kategorisi midir? Kesinlikle hayır. Ve umutsuzluk en değerli yerini sadece mutluluğun derinliklerinde bulurken, korku, umutsuzluk olan ve yalnızca gizlenmek isteyen mutluluğun en gizli derinliklerine yerleşir. Yanıltıcı güvenliğine ve barışına karşın, her / masumiyet korkudur ve hiçbir zaman masumiyet, korkunun nesnesi olmadığı zamandaki gibi korkmaz bir korkunçluğun en kötü betimlemesi bile, neredeyse dalgınlıkla söylenmiş ama yine de belirsiz bir tehlikeye göre hesaplanıp ustaca seçilmiş bir sözcükle düşüncenin yaptığı denli masumiyeti ürkütemez; evet, masumiyet üzerine salınacak en büyük dehşet, açıkça değinmeden, durumunun ne olduğunu çok iyi bildiğini ona ima etmektir. Aslında, onun bunu bilmediği doğrudur, ama hiçbir zaman düşüncenin yokluktan oluşturduğu tuzaklar kadar etkili ve sağlam tuzakları olamaz ve hiçbir zaman hiçbir şey olmadığı zamanki gibi kendi olamaz. Sadece keskin bir düşünce, daha doğrusu büyük bir inanç, yokluğu araştırmaya; daha doğrusu sonsuzluğu yansıtmaya katlanabilir. Böylece en güzel ve en hayranlık uyandırıp en parlak dönemindeki kadınlık, her şeye rağmen umutsuzluktur, mutluluktur. Ayrıca bu masumiyet yaşamı kat etmek için pek yeterli değildir. Yaşamın sonuna kadar elimizde yalnızca bir mutluluk varsa pek ileri gidemeyiz, çünkü umutsuzluk bu noktadadır. Aslında tam da, sadece diyalektik olduğu için umutsuzluk, hastalıktır, sefaletlerin en kötüsünün bu umutsuzluğa sahip olmamak olduğunu söyleyebiliriz… ve ondan kurtulmak istenmediği zaman her şeyden daha zararlı olmasına rağmen umutsuzluğa yakalanmak kutsal bir şanstır. Demek ki, bu durumun dışında iyileşmek bir mutluluktur ve hastalık sefalettir.

O hâlde sıradan insanın, umutsuzluğu istisna olarak görmesi büyük bir hatadır; aksine umutsuzluk kuraldır. Ve sıradan insanın iyileşmeden uzak değildir ve hatta umutsuz olmadıkları zannedilenlerden ve kendilerini öyle zannedenlerden daha fazla -diyalektik bakımdan bir derece daha fazla— iyileşmeye yakındırlar.Burada kuşkusuz psikolog beni doğrulayacaktır.

Kural, insanların çoğunun, tinsel yazgılarının fazla bilincinde olmadan yaşadıkları şeklindedir… umutsuzluğun ta kendisi olan tümbu sahte tasasızlık, tüm bu sahte yaşamdan tatmin, vs. buradan kaynaklanmaktadır. Ama genel olarak, umutsuz olduklarınısöyleyenlerden kimileri, tinsel yazgılarının bilincinde olabilecek derinliğe sahip oldukları için umutsuzdurlar, kimileri ise acı olaylarınveya çetin kararların farkına varmalarına neden olduğu ‘için umutsuzdurlar, bunun dışında kalanlar çok azdır; çünkü gerçekten umutsuz olmayan kişilerin sayısı çok azdır.

Ha! İnsanlığın sıkıntıları ile ilgili söylenenleri çok iyi biliyorum… ve buna tüm dikkatimi veriyorum, ben de çok olaya tanık oldum; okadar çok bozulan varlık var ki! Ama sadece yaşamın sevinçlerinin veya acılarının aldattığı varlık boşa gidiyor, bu varlık sonsuzluk için kesin bir kazanım olarak hiçbir zaman bir tin, bir ben olma bilinci-ne ulaşamıyor, başka bir anlatımla ne bir Tanrı’nın varlığım ne de kendi beni’nin bu Tanrı için var olduğunu hissetmeye veya saptamaya ulaşabiliyor; ama bu bilinç, sonsuzluğun bu kazanımını ancak umutsuzluğun ötesinde elde edebilir. Ve diğer sefalet! Mutlulukların mutluluğu olan bir düşüncenin hayal kırıklığına uğramış varlıkları! Ne yazık ki değerli olanın dışında kalan her şeyle eğleniliyor ve yığınlar eğlendiriliyor! Bu mutluluk onlara hiçbir zaman anımsatılmadan yaşamın basamaklarında güçlerini tüketmeye yöneltiliyorlar! Yığınlar hâlinde itiliyorlar… ve her bireyin tek başına en yüksek amaca ulaşması için yığınları dağıtmak ve her bireyi ayırt etmek yerine, yığınlar aldatılıyor; bu en yüksek amaç, yaşanmaya değecek ve tüm bir sonsuz yaşamı besleyecek tek amaçtır. Tüm bu sefalet karşısında sonsuza kadar ağlayabilirim! Ama tüm hastalıkların en kötüsü olan hastalığın benim için en korkunç işareti, onun gizemidir. Yalnızca bu hastalığı ondan acı çekenden saklamak için gösterilen arzular ve iyi niyetli gayretler değil, yalnızca bu hastalığın hiç kimse farkına varmadan insanın içine yerleşmesi değil, aynı zamanda bu hastalığın insanın içine onun varlığını hiç bilmeden çok iyi bir biçimde saklanabilmesidir.

 …Ve kum saati, dünyanın kum saati boşaldı ve yüzyılın tüm gürültüleri sustu; çılgın ve kısır çabamız bitti, yakınlarına gelince,sonsuzlukta olduğu gibi- erkeğin veya kadının, zenginin veya yoksulun, kölenin veya efendinin, mutlunun veya mutsuzun olduğu gibi- her şey sessizlik içindedir! başın ister tacın parıltısını taşısın ister basit insanların arasında kaybol-sun, ister yalnızca günlerin sıkıntılarına ve alın terlerine sahip ol, ister dünya durduğu sürece ünün yüceltilsin, ister isimsiz ve unutulmuş olarak sayısız kalabalıkların içinde kaybol, ister seni kaplayan bu görkem tüm insansal betimlemeleri aşsın, ister insanlar, ne olursan ol seni yargıların en acısı, en alçaltıcısı ile vursunlar, sonsuzluk mil- / yonlarca benzerinden her biri için olduğu gibi ,  senin için de tek birkonuda bilgiyle donanacaktır: Yaşamının umutsuz olup olmadığı ve umutsuzsa bunu bilip bilmediğin veya bu umutsuzluğu bir korku gizi gibi, suçlu bir aşkın meyvesi gibi içine sokup sokmadığından veya umutsuz olarak ve diğerlerine nefret duyarak öfkeye kapılıp kapılmadığın konusunda. Ve eğer yaşamın yalnızca umutsuzluğu taşıyorsa gerisinin hiçbir önemi yoktur! İster zaferler isterse yenilgiler söz konusu olsun, senin için her şey kaybedilmiştir, sonsuzluk seni artık hiç içine almaz, seni hiç tanımamıştır veya daha da kötüsü seni tanırken seni kendi ben’ine, umutsuzluğun ben’ine çiviler!

Üçüncü Kitap – UMUTSUZLUĞUN KiŞiLEŞTiRiLMELERi

Ben olan sentezin etmenlerini dikkatle inceleyerek umutsuzluğun çeşitli kişileştirilmelerini soyut olarak ortaya çıkarabiliriz. Ben, sonsuzun ve sonlunun bileşiminden oluşur. Ama sentezi, bir ilişkidir ve bu ilişki türev olsa da kendine, yani özgürlük olan şeye bağlıdır. Ben, özgürlüktür. Ama özgürlük, olabilirin ve zorunluluğun iki kategorisinin diyalektiğidir.Umutsuzluğu özellikle bilinç kategorisi altında ele almayı ihmal etmemek gerekir: Umutsuzluk ister bilinçli, ister bilinçsiz olsun, doğadan farklıdır. Kavramsal olarak bakıldığında umutsuzluk kuşkusuz bilinçlidir; ama buradan umutsuzluğun yerleştiği ve böylece ilke olarak umutsuz diye adlandırılan bireyin umutsuz olduğunun bilincinde olduğu sonucu çıkmaz. Bilinç belirleyicidir. Bilinç, benin ölçüsünü verir. Ne kadar bilinç varsa o kadar ben vardır; çünkü bilinç ne kadar gelişirse, istenç o kadar gelişir ve ne kadar istenç varsa, o kadar ben vardır. İstençsiz bir insanda ben yoktur; ama ne kadar ben’i varsa aynı şekilde o kadar kendinin bilincindedir.

15.4.2020

Düzenleme-vurgular : A.Topcu

Leave a Reply

Your email address will not be published.


Notice: ob_end_flush(): failed to send buffer of zlib output compression (0) in /home/kozmikpsk/public_html/wp-includes/functions.php on line 5221