” ….İçimde direnen şey ne?
Ağaçlar gibi kök salmış, uzaktan hışırtılar çıkardığını işittiğim hayvanlar kadar huzursuz, kim var benim içimde?
Kendimde doğal olan ne bulabileceğim?
Kitaplarda değil, sadece yalnız başına yürüyerek bulabileceğim şey ne?
İlk insanın, bütünüyle vahşi olan insanın hatlarını çıkarmak, bu orman yürüyüşlerinde toplumsal insanın üstündeki verniği yavaş yavaş kazıyarak, sadece uygarlaşmış, doğası değişmiş, toplumsal tutkularla şişmiş son insandan bahsettikleri için kitaplarda olmayan bu portreyi teşhir etmek: ilk insanın resmini çizmek….
…Onca felsefenin, insaniyetin, nezaketin ve haşmetli vecizenin ortasında, yanıltıcı ve boş bir dış görünüşten , faziletsiz şereften, irfansız akıldan ve mutluluk barındırmayan hazdan başkası yok elimizde ( Roussseau )
Asıl hayvan , kötülük ve hasetten çatlayan , nazik ve riyakar medeni insandır. Asıl orman, adaletsizlik ve şiddet, eşitsizlik ve sefalet dolu toplumsal dünyadır. Boğazına kadar kin, nefret , kıskançlık ve hınca batmıştır toplumsal insan.
Fakat Rousseau, “yalnız gezer ” insan tutkularının doğuştan gelen hakikatini kültürün kalın tabakalarının altından gün yüzüne çıkarmaya çalıştığında, yalnızca naif ve koşulsuz bir özsevgi ( buradaki özsevgi, sevmenin tam zıddı olan kendini yeğlemekten, yani egoizm ve kırılgan özsaygıdan fersah fersah uzaktır) ; başka bir ifadeyle, insanı kendine alaka duymaya, kendini korumaya ve kendi huzuruyla mutluluğuna özen göstermeye yönlendiren bir içgüdüsel yatkınlık keşfeder.
Dolayısıyla doğal insan, içgüdüsel olarak kendini sever ama asla kendini yeğlemez. Sadece toplum içinde öğrenilir kendini yeğlemek. İnsan kendini sevmeyi yeniden öğrenebilmek için uzun mu uzun bir yol tepmelidir.
Yüreğindeki bütün aptal tutkuları defettikten, tekinsiz yollar boyunca maskelerinden arındıktan sonra nihayet yalnız kalan Rousseau da , içinde, saf, şeffaf, sonsuz bir merhametin filizlendiğini hisseder. Bu uzun yürüyüşler, matemin ve büyük felaketlerin de yol açtığı gibi, içindeki kıskançlığı ve hıncı yok eder; eski nefretler, husumetler birdenbire beyhude , önemsiz ve faydasız görünür.
Tabi ki bu, eski hasımların bir anda kucaklanacağı anlamına gelmez. Bu sevgi dolu barışıklıklar inatçı nefretler ve husumetlerle aynı kumaştan dokunmuş, aynı tuvale işlenmiştir. Ancak yürürken iş değişir: Ötekine karşı hiçbir şey beslemezsiniz artık, ne düşmanca bir saldırganlık ne de öve öve bitirilemeyen bir kardeşlik. Yalnızca, öteki gözyaşlarına boğulduğunda renk veren tarafsız bir hazır bulunma haliniz vardır. O zaman yüreğiniz doğal bir merhametle açılır ve bariz acının karşısında kendiliğinden genişler. Böylece ötekinin imdadına yetişir, tüm kalbinizleyardım etmek istersiniz.
“O halde bize sadece kendilerini şekillendirdikleri gibi görmeyi öğreten bilimsel kitapları bir kenara bırakıp insan ruhunun ilk ve en basit faaliyetleri üzerine düşününce, akıldan önce gelen iki şeyi kavradığımı düşünüyorum. Bunlardan biri, bizi hararetle kendi mutluluğumuz ve huzurumuzla alakadar olmaya ve kendimizi korumaya çağırıyor. Diğeriyse, bütün duyarlı varlıkların , bilhassa benzerlerimizin acı çektiğini veya helak olduğunu gördüğümüzde içimizde doğal bir hoşnutsuzluk yaratıyor”
Dolayısıyla kin, güvensizlik ve nefretin kaynağı ilkel vahşilik değildir. Dünyanın yapay bahçesine hapsolmuş bu duygular bize aşılanmıştır ve o zamandan beri hiç durmadan , tabiatında merhametli olan yüreklerimizi boğmaya devam etmektedir.
…
Yürümek ne bir yöntemdir , ne de bulgulama ve kestirim yapmak için gerçekleştirilen bir eylemdir. “Hiçbir şey için” yürümek…
Burada , asıl mevzu artık hiçbir şey beklemiyor olmaktır; zamana bırakmaktır kendini, günlerin kabarışına , gecelerin alçalışına teslim olmaktır. Bu bağlamda mutluluk “sarsıntısız ve kesintisiz, tekdüze ve ılımlı bir hareket” ister. Yürümek, zamana eşlik etmek, bir çocukla gezer gibi zamanın temposuna ayak uydurmak demektir.
…Bu amaçsız ve sakin yürüyüşler sırasında dünyadan bir şeyler beklemeyi bırakır bırakmaz, dünya da kendini , size verir, bırakır, teslim olur. Hiçbir şey beklemez olduğunuzda, mevcudiyet için bir takviye, karşılıksız bir lütuf olarak sunulur her şey. Yorgunluklar, başarılar, planlar, beklentiler dünyasında çoktan ölmüşsünüzdür.
Ama bu güneş, renkler, bu çatırdayan dallar….hepsi ama hepsi birer hediyedir. Kimlikler, tarihler, kağıda dökülen anlatılar defalarca tüketilmiş, tekerrür ve intikamlara bulanmış mevcudiyetleriyle çoktan ardınızda kalmıştır. Her şey elinizden kayıp gitmiş , diğer yandan başka pek çok şey bahşedilmiştir.
“Yalnız Gezerin Düşleri”, Rousseau’nun Haziran 1778’de gönül rahatlığıyla çıktığı son yürüyüşleri hayal etmemize olanak verir; yani , başarılan, edinilen şeylerden sonra Varlığı dinlendirmek için çıkılan yürüyüşleri…
Yazgılar tamamlanmış, elekler asılmıştır. Kitaplar kapanmıştır. Bundan böyle ne” yandaş”, ne “karşıt”, ne “birisi” olmak zorundadır. Ağaçlarla taşlar arasında, yollar üstünde sadece bir titreşimdir artık. Manzarada soluk alıp vermek için yürür. Her adımda, külliyatında girmeden , yeni bir ilham,
doğar ve ölür. “
Yürümenin Felsefesi, Frederic Gros